Adı “aşk” olan bir hastalık vardır…
Ve buna yakalanmamış pek az insan.
Bilenler, bilmeyenlere anlatsın:
Sabah gözünü açar açmaz ilk önce onu düşünürsün…
Gece uykuya dalmadan en son onu düşünürsün…
Gün boyunca, dakika başı o gelir aklına.
Kalbin hızlı hızlı çarpmaya başlar…
Ondan başka her şey önemini yitirir…
Sadece onun yanında olmak istersin…
Aşıksan, özlersin…
Basbayağı hasret çekersin…
Sanki onu tanımadan önce bir hayatın yokmuş gibi, sanki onunla doğmuşsun gibi, bundan sonra onsuz nefes alamayacakmışsın gibi hissedersin.
Sendromların hepsi bununla kalsa iyi!..
Aşıksan, sahiplenirsin…
Onu kendine, kendini ona çok yakıştırırsın…
Elini tutup yürümekten gurur duyarsın…
Bütün dünyaya “o benim” diye haykırmak gelir içinden.
Aşıksan, kıskanırsın…
Senden başka kimseye bakmasın, sadece seninle ilgilensin istersin…
Ona yaklaşanlara düşman kesilirsin.
Aşıksan, kırılırsın…
Onun en ufak ters davranışında, en ufak ihmalinde dünya başına yıkılır…
Küsersin…
Sonra, ondan mahrum kaldığın için üzülürsün…
Kendine acırsın.
Aşıksan, aldanırsın…
Onun kusurlarını, zaaflarını görmezsin…
Birileri onu eleştirmeye kalkarsa dünyanın en ateşli avukatına dönüşürsün…
Mantıklı düşünemezsin…
Onunla birlikte olman imkansız olsa bile, senin için yanlış olsa bile, hayatına zarar verse bile, ondan vazgeçemezsin.
Aşıksan, korkarsın…
Onu kaybetmekten, onu mutlu edememekten ve daha birçok şeyden korkar, sık sık paniğe kapılırsın.
Aşıksan…
Eğer gerçekten aşıksan, mutlaka hata yaparsın.
Öyle kör, öyle sağır olmuşsundur ki…
Onu öyle yüceltmiş, öyle kusursuz bir yere konumlandırmışsındır ki…
Eninde sonunda büyü bozulur.
Bile bile lades:
Aşıksan, hayalkırıklığına uğrarsın…
Ya kandırılmış, aptal yerine konmuş…
Ya da değersiz hissedersin kendini…
O, senin sandığın gibi kusursuz değildir çünkü…
Kimse kusursuz olamaz çünkü…
Ve bununla yüzleşmek acı verir.
Paranoya krizleri de acının üzerine “ekstra” tuz biber ekebilir…
Yüreğin cayır cayır yanar, öfkelenirsin.
Öyle zayıf düşersin ki, çocukluğundan beri içine attığın, tepki duyduğun her şey birden hortlayıverir…
Sende iz bırakan ne kadar kötü hatıra varsa ayaklanır…
Gelmişine geçmişine isyan edersin.
Evet…
Eğer gerçekten aşıksan, ondan nefret edebilirsin…
Hatta aşkın ne kadar büyükse, o kadar nefret edersin…
Ve tabii ki, intikam almak istersin.
“Bana çektirdiğin acıyı sana ödeteceğim” dersin…
Ya gözünün önünde başkalarıyla birlikte olup nisbet yaparak…
Ya artık onu hiç umursamıyormuş, hatta “aslında hiçbir zaman önemsememiş” gibi davranarak…
Ya da onu en zayıf noktalarından vurup, duymak istemeyeceği en yaralayıcı şeyleri söyleyerek.
Aşık bir insan, bütün bunları yapabilir…
Sadece bir tek şeyi yapamaz:
Gidemez.
Yaşananları silip uzaklaşamaz.
Öfke içinde, intikam peşinde, düşman kesilmiş, gaddar birini görürseniz eğer…
Bilin ki o hala aşıktır.
Aşkı devam ettiği sürece, arıza çıkarmadan duramaz…
Zulmeder…
Saçmalar…
Belki kendinden sıkılır ama yine de kendini tutamaz.
Sessizliğe gömülüp ortalıktan kaybolana dek aşkından şüphe etmeyin onun.
İntikam almaktan vazgeçtiği gün…
İşte o zaman anlayabilirsiniz…
Aşk bitmiştir.
Peki ya “onu affedip devam etmek”..?
Bu da bir seçenek… Değil mi?
Külliyen yalan.
Aşıksan, çektiğin acıyı burnundan fitil fitil getirmeden onu affedemezsin…
Ancak onu “affetmiş gibi” yapabilirsin…
Sonra da her fırsatta ona irili ufaklı iğneler batırırsın…
Sen batırmak istemesen de, kirpinin dikenleri gibi içinden çıkıverir o iğneler…
Bu, intikamın sinsi bir türüdür…
Ve genellikle kadınların tercihi.
Ortalığı yakıp yıkmak yerine, zamana yayarak, inceden inceye tadını çıkarırlar intikamın…
Tabii eğer aşk varsa.
Kırgınlık, kıskançlık, öfke, nefret…
Aşk hamurunun içindeki malzemelerdir hepsi de…
Aşkın tarifinde bir tek “huzur” yoktur.
“Çare” de yoktur tabii…
İşte bu yüzden destanlara, romanlara, filmlere konu olur…
Ve yine bu yüzden, sürekli tembih ediyorum aynadaki kadına!
Öğüdümü dinleyeceğini umuyorum:
“Mutlaka sev ama sakın aşık olma…”